Bir şangırtı, bir patırtı sesi köşkün içini doldurdu. Nakiye Hanım pür dikkat kesildi. İşte yine başlamıştı. Belli ki Nazif Bey’in fazla hassas sinirleri tekrar gerilmişti. Şayet beyefendinin asabiyeti bozuksa Nakiye, ona kendisini iyi hissettirmenin yollarını mutlaka bilir, bunları ivedi uygulardı. O gün türlü sebeplerden -yumurtanın sarısının kayısı kıvamında çıkmamasından, kanepelerin birbirine eşit konumlandırılmamasından, kapı zilinin üst üste çalınmasından, terliklerinin kaybolmasından- sinir buhranı geçiriyordu. Yüksek sesle söylenip iki katlı ahşap evin tahta döşemelerini gıcırdata gıcırdata odaları arşınlıyordu. Lakin bu sinir, öyle tek sebepten ötürü onu zapt etmiyordu elbette. İç huzurunu kaçıracak birkaç hususun mutlak üst üste gelmesi gerekiyordu. Yoksa pek tabii Tanrı’nın her günü her lahzası buhran geçirecek değildi. Nakiye Hanım bilirdi beyefendinin nelere sinirleneceğini. Bundandır ki zavallı kadıncağız her daim evde diken üstünde gezerdi. Sanki tek vazifesi Nazif Bey’in büyük halasından kalma bu evin günlük işlerini yürütmek değildi. Adeta onun ruhsal zayıflıklarıyla ilgilenmek için buraya özenle yerleştirilmiş bir ruh bilimci gibiydi.
Nakiye Hanım, bu sinir anının, Nazif Bey’in her günkü adeti beş çayına denk gelişini
fırsat bildi. Bir koşu mutfakta çalışan Gülbeşeker Hatun’un yanına uğrayıp onun maharetli ellerinden çıkma mis kokulu çörekleri, albenili bir porselen tabağa dizdi. Kenarları altın süslemeli, beyaz üzerine pembe zarif çiçek desenlerinin kondurulduğu demliğe çayı boşalttı. Gümüş kaşıklı şekerliği doldurdu. Nazif Bey’in odasına varmak için gıcırdayan merdivenleri usulca çıktı. Nakiye Hanım, Nazif Bey’in en sevdiği çay takımıyla odaya girdi. İşte beyefendi karşısındaydı. Sinirden tel tel kabarmış saçları ile çatık kaşları, homurdayan ağzına ve hiddetli bedenine uyum sağlıyordu, çaresiz. Geç olmadan bu öfkenin sebep olduğu vaziyet anlaşıldı. Meğer Nazif Bey o gün kırmızı kapaklı kitabını her zamanki yerinde bulamamış. Hadi efendim bunu görmezden gelirmiş lakin çarşıya evin eksiklerini almaya giden Ragıp Efendi’nin, Resimli Gazete’nin yeni sayısını almadan eve dönmesi olacak iş değilmiş. Aman efendim ne lüzum varmış Ragıp Efendi’nin zaten sınırlı hâfızasını uzun pazar listeleriyle karıştırmaya. Varsın süt, yumurta, lakerda eksik olsunmuş da her hafta dört gözle beklediği dergisi eksik olmasınmış.
Nakiye Hanım bu öfke nöbetlerine alışkındı. Evvela sabırlı kadındı. Bu sabrı en çok gidecek bir yeri, yanına sığınacak bir tanıdık yüzü olmamasından gelirdi. Erken yaşta vefat eden kocasından sonra geçinebilmek için çalışmaya mecbur kalmış. Küçük yaşta evlendirildiği için ev işlerinden başka bir şey bilmezdi. Eşi öldükten sonra evvela ana babasının yanına gitmiş. Zavallı Nakiye, buyur edilmek şöyle dursun nereden çıktı şimdi masaya konulacak bir kap fazla yemek diyen bakışlarla karşılaşmış. O bakışlar çok kalmadan “daha gençsin, gel inat etme, münasip bir koca bulup seni evlendirelim” lakırtılarına dönüşünce ardına bakmadan oracıktan ayrılmış. Soluğu rahmetli kocasının çalıştığı şimdi yerine Ragıp Efendi’nin baktığı Nazif Bey’in köşkünde almış. Bildiği başka kapı yokmuş. Her ne kadar rahmeti kocası bir iki defa çalıştığı evin beyinin ne denli sinirli olduğundan bahsettiyse de bunun pek büyük bir sorun teşkil etmeyeceğini düşünmüş. Hoş, doğrusu başka çıkar yolu da yokmuş.
Nazif Bey, düzgün tıraşlı saçları, yuvarlak gözlüklerinin arkasında iri kara gözleri ve şık kesimli kahverengi takımıyla Nazife’nin karşısında belirdi. Durumu uygun bir dille izah eden Nakiye Hanım, evin gündelik işlerini gören epeyce de yaşlanmış Gülnar Kadın’ın yanına yardımcı olarak yatacak yer, yiyecek aş ve birkaç kuruş para karşılığında işe alındı. Gel zaman git zaman Gülnar Kadın’dan evin beyinin sinirlerini hoplatmadan işlerin nasıl yürütüleceğini tüm incelikleriyle öğrendi. Gülnar Kadın, ona analık edip onu sahiplenmişti, toprağını sevsin. Başını sokup karnını doyuracağı bir yeri varsa önce Nazif Bey sonra Gülnar Kadın yardımıylaydı.
Günler günleri atlılarla kovalarken bazı zamanlar Nazif Bey Nakiye’yi karşısına oturtur türlü konular hakkında fikirlerini sual ederdi. Az sonra da böyle oldu. Nakiye Hanım’dan elindeki tepsiyi bir kenara koymasını istedi. Gündüzleri eften püften meselelerle kafasını yoran Nazif Bey, geceleri de türlü tuhaf rüyalarla boğuşurdu. Nicedir beyefendinin rüyaları kabuslara dönmüştü. Öyle ki artık geceleri gözünü kapatmaya korkar olmuştu. Nazif Bey gördüğü son kabusu neye yoracağını bilemez vaziyette rüyayı olduğu gibi Nakiye’ye nakletmeye başladı:
– Rüyamda pencereden dışarıyı seyreyliyordum. Günlük güneşlik hava, bir anda
karalara büründü. Derken gün, tekrar yüzünü gösterdi. Bu işte efsunlu bir el var dedim ya içimden. Der demez işte şu pencerenin karşısında kocaman bir ağaçtan çıkma kütük parçası belirdi. Havada süzülerek bana doğru gelmekte idi. Biz bütün ev halkı, evin içine girmeye çalışan bu kütüğü durdurmanın telaşında iken kütük içeriye girmesin mi? Lakin tek bir cam kırığı yok etrafta. Bunlar yetmezmiş gibi o kütük parçası bir de konuşmaya başlamasın mı? “Sen, Nazif Efendi bundan böyle kendine çeki düzen vereceksin yoksa başına gelecekleri peşinen kabul etmiş olursun. Tez zamanda kendindeki eksiklikleri tek tek ortadan kaldıracaksın!” demesiyle benim ağlaya ağlaya söz, söz diye yerlere eğilip yalvarmam bir oldu. Ben ağlayıp söz dedikçe kütük süzüldü büzüldü, ufacık bir kürdan olup önüme düştü. İşte beni hayli yoran rüya bu idi. Bunları sana anlattım fakat hakkımda yanlış fikirlere kapılmanı istemem. Bu evde aklı başında yanıt alabileceğim bir sen varsın Nakiye. Çok rica ederim, şu rüyayı benim için yorumla. Söz verdim de ne için söz verdim onu bile bilmem. Neme çeki düzen verecekmişim? Bu rüya ne demek ister bana? Bu kabuslardan kurtulmak için ne yapmam lazım gelir?
Nazif Bey’in rüyası karşısında ne diyeceğini bilemeyen Nakiye ilkin “Hayır olsun, hayırlara gitsin beyefendi” der. Lakin ötesini onu kızdırmadan nasıl dile getireceğini bilemez. Birden söyleyiverir çok düşünmeden:
– Bilirim, evvelden de kati surette reddettiniz lakin Akîde Efendi işinin ehli derler. Tez vakitte kabusları yok, hayallari var eder de dertlilere derman olurmuş. Yuvasızlara yuva bulur, korkaklar sayesinde cesaretle dolarmış. Dilerseniz Akîde Efendi Hazretlerinin bilgisine danışalım, onun ilmine sual olmaz.
Nakiye Hanım, karşısında çatılmış kaşlara vereceği yanıtı düşünürken odanın kapısı çalındı. Ragıp Efendi elinde Resimli Gazete ile içeri girdi. Bu şaşırtıcı hadise elbette Nakiye Hanım’ın maharetli zihninin planladığı bir işti. Ragıp Efendi’ye ne yapıp edip çarşı, pazar, esnaf türlü yerleri gezip dergiyi muhakkak bulmasını tembihlemişti. Nazif Bey o an keyiften rüyasını da, konuşan kütüğü de, kürdanı da, Akîde Efendi’yi de unutmuştu. Tek düşüncesi dergisiydi. Bunu fırsat bilen Nakiye, Ragıp Efendi’nin peşinden odadan ayrıldı.
Aklı şu hocaya takılan Nazif Bey, Nakiye’den adresi istedi, kendisine de bu yolculukta eşlik etmesini rica etti. Ertesi sabah birlikte yola koyuldular. Gergin havayı teneffüs ede ede hiç konuşmadan soluğu ahşap, tek katlı, bakımsızca bir evin önünde aldılar. Kapıyı çaldıklarında Nazif Bey’in içini bir sıkıntı, bir pişmanlık kaplamıştı. Buralara geldiği için kendinden utandı. Beş on dakika taş sahanlıkta bekleştikten sonra hocanın odasına buyur edildiler. Onlar içeri girerken bir anneyle kız odadan çıktı. Perdelerin sıkı sıkı örtüldüğü odada hoca efendi, bir yandan sallana sallana bir şeyler mırıldanırken bir yandan da gelenleri şöyle bir süzdü. Eliyle misafirlere önündeki minderleri işaret etti. Odayı kaplayan sessizlik hoca efendinin mırıltılarıyla bölünüyordu. Uzun bir soluk alıp tü tü tü ile odayı şerbetledikten sonra Nazif Bey’e döndü:
“Çok okur yazarsın, fazla bilgi dimağını zehirlemiş. Ondandır bu kabusların sebebi.”dedi. Pek okurmuşum! Canım, bunda bilemeyecek ne var? Okurum ya ondandır iki gözümün gözlüğü! Külliyen beden falı bakar bu sahtekar! Kel olsam kafanı yel alır diye sebeplendirecek belli ki.
“Geldiğinizden beri türlü dualar okudum okudum da bir türlü çözülmedi zihnindeki karanlık. Üç hafta boyunca bu verdiğim duayı oku. Bundan gayrı başka da bir şey okuyup aklını bulandırma. Tez vakitte kabusların hoş hülyalara dönüşecek. “Mid nas mid nakk-ığıt sıff reyy dim la” Eski alfabeyle karaladığı yazıyı cebime attım.
Ölmüşlerin ruhu için istenen meblayı hoca efendinin yardımcısına verip evden çıktılar. Ölmüşlerin ruhunun parayla ne işi olurdu? diye soramadı sinirinden. Yediği kazığa hayli bozulan Nazif Bey yol boyunca homurdandı. Vay efendim, ölülerin paraya ihtiyaç duyduğu hiç işitilmiş mi? Araf’tan cennete gitmek için mi paraya lüzum duyuyorlarmış. Yoksa cehenneme kaçak cennet meyveleri sokarken zebanilere rüşvet mi veriyorlarmış, diye söylene söylene çalışma odasına girdi. Sustuğunda yazı masasına çoktan oturmuştu. Nakiye Hanım ise evin çalışanlarına üst katlarda gezinmeyi anında yasak etmişti. Nazif Bey çalışma odasına çekildiğinde mutlak sessizlik isterdi.
Nazif Bey, kitaplığından indirdiği Arapça Türkçe lügatta hoca efendinin pusulaya yazdığı kelimeleri aramaya başladı. Lakin sözlükte bulabildiği tek kelime “la” idi. Ertesi gün pusulayla birlikte evinin yakınındaki mahalle camiisinin müezzininin kapısını çaldı. Müezzin Hafız Ahmet Efendi, katiyen ne mukaddes kitapta böyle ayet gördüğünü ne böyle bir hadis duyduğunu söyledi.
– Belli ki seni bir üfürükçü hurafeci fena halde dolandırmış efendi. Her sakal uzatıp takke takana itimat edersen memleket din cambazlarından geçilmez. Kimsenin inancını sorgulamak haddine değildir lakin böyle ağzından her din, iman, aman dökülene koşulsuz inanmak da cahillikten yapılacak bir iştir.
Bu sözleri işiten Nazif Bey, utancından kıpkırmızı kesildi. Bunca mürekkep yalamış bir zat bile bir an için aldanıp böylelerine para kaptırıyorsa vay mektep görememişin haline, dedi içinden.
İstanbul
Temmuz, 2020
Pelin KABOĞLU ÖĞRETEN
*Öyküm, ilk defa Ağustos 2020 tarihinde şu sitede yayımlanmaya hak kazanmıştır:
*Tüm resimler yapay zeka ile oluşturuluştur.
Comments